Days of our lives

 Bugün günlerden salı. Son bir kaç günün aksine içimde isyan olarak ortaya çıktığını düşündüğüm bir sakinlikle uyandım.

  Hava puslu bu aralar. Her ne kadar alıştığım yazları özlesem de, doyamamış hissetsem de, eylülün sevdiğim zamanlarına geliyoruz. Henüz sıcağından vazgeçmemiş tenimde rüzgarı, bulutların grisini hissetmek hoşuma gidiyor. Bu yüzden ne kadar üşüyeceğimi bilsem de yatak odamın camını açık bırakıyorum yatarken. Uykunun getirdiği sıcaklıktan ayılırken soğuk hava yanaklarımı karıncalandırıyor. Bu da beni sapıkça mutlu eden gündelik zevklerimden sayılabilir.

  Geç kaldım yine bu sabah ama bu bende ne bir telaş, ne de bir hata yapmışlık duygusu uyandırmadı. Zaman mefhumum bana ait bugün. Kimseyi ilgilendirdiğini düşünmüyorum. Yatağımda yavaşça doğrulup, sanki sıcaklığını test etmek için suya uzanır gibi parmak uçlarımla dokundum zemine.(Benim küçük enteresan mutluluklarım).

  Ayılmam gerekiyordu. Kendime göre fazla sakindim. Yüzüme vurduğum soğuk su da beni kendime getirmiyordu. Kendim neredeydim ki gerçi? Nereye gelmem bekleniyordu? İnsanların beklentilerini geçtim kendimden nasıl bi beklentim vardı da bu tatminsizlik, olmamışlık duygusu canımı çekiyordu? Yüz, bir bünyeyi ayıltmak için yeterli yüzey alanına sahip değildi. En azından bu sabah. Duş almak daha iyi bir çözüm olabilirdi. Yağmur efekti veren duş başlıkları geldi aklıma. Eski evimde vardı. Satıcı yağmur ormanlarında hissettirdiğini söylemişti pazarlık esnasında. Nasıl geçmişti acaba amcanın yağmur ormanları gezisi? Çok ıslanmış mıydı? İş aşkıyla falan mı gitmişti ta oralara? 

  Elime geçirdiğim ilk şeyleri giydim, ayakkabı da buna dahildi. Bir an önce metroya ulaşıp, ulaşılmaz hale gelmek istiyordum. Zorunlu ulaşılmazlık. Ulaşılamamanın suçu kesinlikle bende değildi. Telefondaydı. Çekememesi onun terbiyesizliğiydi. Kapıdan çıkmadan önce ayakkabılığın en üstüne fırlattığım siyah bez ayakkabılarım çarptı gözüme. Ayağımdakilerle aynı gün alınmasına rağmen sanki hiç giyilmemiş gibi duruyorlardı. "Bazısı daha çok yıpratılıyor işte" dedim. Özellikle rahat hissettirdiği düşünülüyorsa, hep yanında sürüklerken hırpalanıyor, fark edilmiyor.

  Son dakika değiştirdiğim ayakkabılarım ve Houston'a bağlanmakta sıkıntı çektirmeyecek büyüklükteki pembe kulaklıklarımla loş apartman boşluğuna çıktım. Loş derken ciddiyim. Çoğu zaman olmadığım kadar. Özellikle evden çıkarken gözüm alışana kadar merdivenlerden yuvarlanmamak için dua ettiğim tatsız derecede bir loşluk. (Apartman yöneticimiz beni bloggerdan takip etse işler ikimiz için de daha kolay olabilirdi. Umarım sizi sıkmıyorumdur Mehmet Amca)

  Paldır küldür indiğim merdivenlerin sonunda, bahçe katında yaşayan teyze ile karşılaştım. Kadının tatlı bir muhabbeti, arka bahçede yetiştirmeye çalıştığı üç beş çilek fidesi ve haftanın belli günlerinde apartman boşluğunda kuş pisliklerinden uzak kurutmaya çalıştığı çamaşırları vardı. Çamaşırların apartmanda bıraktığı koku eski bir apartmana değil de, her odasında farklı tiplerin konakladığı bir konağa girmişim gibi hissetmemi sağlıyordu. Aklımdan bu düşünceler geçerken teyzeyle çoktan ayrılmıştık. Hızlı adımlarla caddeye ulaşmaya çalışıyordum.

-Teyze Türk kahvesi içer miydi acaba benle? Belki fal bakmayı da biliyordur hem.-

  Otobüse göre de geç kalmış olmalıyım ama dedim ya bugün benim zaman mefhumumla ilgileniyoruz. Şoför de bunun farkında olacak ki yolun ortasında durdu beni de alabilmek için. "Çok teşekkür ederim" dedim. Gerçekten çok teşekkür eden biri olduğum söyleniyor ama her söyleyişimde hissettiğim duygulardan teşekkür, benim için anlamı hiç azalmıyor.

   En arkaya geçip oturuyorum. Benim yerim boş bu sabah. Cam kenarı, otobüsün gidiş yönüyle ters olan sağdaki koltuk. Yolun bu tarafını izlemek daha çok hoşuma gidiyor. Açıldığı günden beri kapanacağını iddia ettiğim pastane bir iki hafta önce kapandı. Biliyordum böyle olacağını, onların da bilmesi lazımdı diye üzülemiyordum da sahiplerine. İki dükkan aşağıda neredeyse 100 yıllık efsane bir pastane varken yaptıkları büyük bir hataydı. Alışmak sevmekten daha zor gelirdi, bunu nasıl gözardı etmişlerdi ki? Hak, hukuk ve fantezi-arabesk üçgeninde dolaşırken ineceğim durağa gelmiştim bile. "Bugün herkes neşeli herhalde" dedim içimden. "Telefonum hala çalmadı."

  Ayakkabılar şimdiden ayağımı acıtmaya başlamıştı. Pembe ayakkabılarım geldi aklıma. Aklıma geldiğine göre artık her şey için çok geçti. Yürüyen merdivenlerden inerken cüzdanımdan akbilimi çıkardım. Normalde ne okul kimliğim, ne de akbilim cüzdanımda olmaz ama bu ara; ya yanımda değilse, ya zamanında bulmazsam gibi düşünceler için uygun bir ruh durumuna sahip değilim. Dolayısı ile ilaç niyetine bir düzen hakim çevremde.

  Perona indiğimde tren yeni gelmişti. Orta vagona kadar yürüyüp yine sağ tarafa, sıra koltukların ortasındaki direğin yanına oturdum. Haliç'e geldiğimde dönüp sırasıyla; Galata Köprüsü'nün altından geçeceğini umduğum motorlarla totem yapmak, Karaköy'ü ve Galata Kulesini kesmek için şahane bir koltuktu burası.(Benim için bir tık daha büyük, sizin için bir tık daha enteresan mutluluklarım)

  Tren veznecilerden hareket ettikten kısa bir zaman sonra gözlerimi sımsıkı kapayıp içimden bir dilek geçirdim. Tünelden çıkar çıkmaz kafamı sağa çevirip köprünün altındaki motorlara diktim gözümü. Üç motor vardı civarda. İkisi yaklaşma manevrası yapıyordu. İşte şimdi geç kalmışlık duygusu vardı içimde. Üçüncü motorsa biz perona girdiğimiz anlarda köprünün altından geçecekti. Belli ki ona da biraz erken gelinmişti. Tren tekrar hareket edip köprü görünür olduğunda haklı olduğumu gördüm ama yine de dileğimin gerçekleşeceğine inanmak istedim. Sonuçta ben oluşunu görmesem de olay benim orada bulunduğum anda gerçekleşmişti. Dileğimin hangi yolla, ne sürede, ne şekilde gerçekleştiği önemli değildi. Olsundu, o bana yeterdi.

  Elimdeki mizah dergisini okumaya devam ettim. Belki uzun süredir okumadığımdandır ama bu sayıdan çok keyif almıştım. Taksimde yanımdaki boş koltuğa oturan adam da çok sevmiş olacak ki benimle beraber okumaya başladı. Ancak benden yavaştı. Muhtemelen trenin şiddeti ile ikimizin farklı şekilde savrulması adamın odaklanmasını zorlaştırıyordu. Ben de sayfayı değiştirmek için onun bitirdiğinin bir işareti olarak kafasını başka yöne çevirmesini bekliyordum.

 28 dakikalık metro yolculuğum da sona ermişti. Önce yanımdaki adam kalktı koltuktan. Benim okumam yarım kaldığına göre onun da öyle olmalı dedim içimden. Ama çok da takılmadım, sonuçta ben içimden ve elimden geleni yapmıştım.

 Şimdi bu kadar betimlemeyi bir sonuca bağlamam benden beklenen. Ama üzgünüm, bu benim zaman mefhumum ve henüz sonuna gelmedik. 



Son olarak; dostum AYI'nın selamı var.



                                                                

P.






Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Kültür Sanat Kokan Twitter Hesapları

Prag'da 4 gece nasıl olmalı!